Bu yazı okunurken Arianna Savall- Adouoit la Maclodie dinlenilmesi tavsiye edilmektedir.
İnsanoğlunun fıtratından kaynaklı, doğduğu andan itibaren hayata karşı tutunmak adına, öğrenme çabası içerisindedir. Öğrenme çabasının yanında , amacımız ne olursa olsun düşünmeye başlarız. Bir yaşındaki çocuk renkleri seçmeye başlar, konuştuğumuz şeyleri anlamlandırmaya çalışır. İki – üç yaşlarında kendi hayal dünyasında içi boş oyuncak tencere tavasıyla dünyanın en lezzetli yemeğini pişirir. Dört – beş yaşlarımızda artık elimiz kalem tutmaya başlamıştır, gökyüzünü ve güneşi bir kağıt parçasına sığdırarak, nehirler akıtıp uçuşan kuşlar çizip hayal dünyamızın cennetini en iyi şekilde resmederiz. Yaşımız biraz daha ilerler hayalimizdeki oyuncağı düşünür, dört gözle o oyuncağın alınmasını bekleriz. Kimisi şanslıdır o oyuncak hayallerde kalmaz, alınır, oynanır ve üç beş gün sonra yıllanmak üzere bir köşeyi boylar. Kimisi ise içinde bir uhte kalarak asla unutmayacağı o oyuncağın düşüncesi ile ilerde arkadaş ortamında sohbette bahseder. Daha sonrasında okuldan çıktığımızda mahalle arasında yapılan maçlara gidebilme hayali ile eve dönüp annemizden bin minnet rica ile izin alıp akşam ezanı okunmadan eve döneriz.Tabi artık günümüz çocuklarının hayali tabletini eline alıp minecraft, candy crush saga gibi oyunlarda seviye üstüne seviye atlamak olur. Zaman su misali akıp geçip giderken yavaştan hayat telaşesi bizi de girdabına alır. Liseye giriş sınavları ile birlikte uykularımız kaçmaya başlar, ailemizin istediği başarılı akademik hayat çizgisinden şaşmadan en iyi liseye yerleşme mevzusu hayatımızın merkezine yerleşir. Sonrasında hangi liseye gideceğiz diye düşünürken bir bakarız olan olmuş -ki genelde bu böyledir, olan hep olur- bu sefer de arkadaşlarımız nasıl olur acaba heyecanıyla yepyeni umutlarla liseye başlarız. İlk aşkımızı yaşayacağımız, unutulmaz anılara imza atacağımız, ergenliği noktalandıracağımız, geleceğe dair gerçeklerin farkına varmaya başlayacağımız, hayatımız için kısa ama anlamlandırdığımızda birçok şey sığdıracağımız o 4 yıllık lise serüvenimizde birçok hayal kurarız yine. Hangi meslekten ekmek yeriz, nerede okuruz, nerede yaşarız,hayatımız nasıl olur vs. bir sürü soru. Aileden kopup başlı başına bir birey olma düşüncesiyle Leyla gibi dolanırız ortada. Geliriz üniversiteye, hiçbir şey değişmez , yine aynı döngü içerisinde biraz daha olgunlaşmış fikirlerle daha farklı hayaller kurarız. Mezun olur muyuz, nerede çalışırız, hayatımızın insanı kim olur vb. birçok soru ile yine karşı karşıyayız. Bunları düşünürken hayatımızın miladı diyebileceğimiz bu üniversite yıllarında sorgularız birçok şeyi. İnsanoğlunun aklı hep elde edemediği şeyde kalırmış. Başka bir bölüm okusaydım ne olurdu, daha iyi bir üniversitede okusaydım hayatım nasıl yönlenirdi. Ki bu dediğim dilemmayı herkes yaşamaz, sözüm meclisten dışarı. Hayallerinin peşinden bir an olsun ayrılmadan devam eden bir insan bu kadar girdaba girmez ama bu kesimin yüzdesi ise çok azdır.
Ben şuan elektrik elektronik mühendisliğinde okuyorum lakin birçok düşünce var benim de içimde. Birçok şeyin hayali…

Sabah gözlerimi açtığımda çatısı gökyüzüne bakan odamdan mutlu bir şekilde çıkıp burnumda kahve kokusu ve klasik müzik eşliğinde hazırlanıyorum. Yeri tam olarak merkezi bir yerde, kocaman bahçesi olan çiçekçi dükkanımda hayatımın en güzel anlarını yaşıyorum. Pembelerin, mavilerin, turuncuların havada uçuştuğu, insanların önünden geçerken baktığında içinde adeta mutluluk hissettiren görüntüsüyle, çiçeklerimden yayılan havadaki hoş koku sayesinde insanları da mutlu edebiliyorum. Üç günlük dünya dedikleri bu zaman kavramında kendi geçimimi sağlamam gerekiyorsa eğer, her sabah uyandığımdan itibaren 9-10 saatlik bir çalışma temposu boyunca ben doğayla iç içe olmalıyım. Rengarenk çiçeklerle gönül gözümü şenlendirip, harika kokularla gözümü kapattığımda kendimi alıp başka diyarlara götürmeliyim. Dükkanıma gelen çocuğun sevgilisine çiçek almasıyla mutluluğunu paylaşmalıyım, yeni doğum yapan adamın karısına aldığı çiçekle sevincine ortak olmalıyım.
Olmadı mı?

İki katlı pembe panjurlu bir binanın üst katında konaklarken apar topar uyanıp hemen aşağı inip kollarımı sıvıyorum , butik cafemin mutfağında soluğu alıyorum. Sevgimi katarak enfes portakallı kekler, çikolatalı kurabiyeler, meyveli pastalar ve sıcacık simitler,poğaçalar yapıyorum. Fransız şarkılar eşliğinde birbirine uyum sağlayan adımlarımla birlikte bir yandan dans ediyor bir yandan mutfaktaki işlerimi hallediyorum. Sabah sekizde mesai başı yapan insanların koşar adım cafemin önünden geçip giderken, geçen her beş kişiden iki kişinin gelip benim leziz pastalarımdan tadıp iş arkadaşlarına alıp götürmesiyle günüm başlıyor. Tarifi bana özel olan enfes meyve sularım ile belli bir müşteri kitlem var. Sonuç olarak ben yerken insanlara yedirmekten, insanlar yedikçe memnun olmalarından hoşnut oluyorum. İnsanların ufacık bir tebessümle cafemden ayrılmaları bana dünyaları veriyor. Hayat paylaştıkça güzel, ben paylaştıkça mutlu oluyorum.
Olmadı mı?
Hadi gelin gerçeğe dönelim.
Eskişehir’de okuyorum. Tatillerde ailemin yanına Amasya’ya gidiyor, bayram düğün dernek ayırt etmeksizin gezip geliyorum. Okumuş olduğum bölümde bir hayli zorlanırken, bazı derslere giderken oluşan sebepsiz karın ağrımdan hiç hoşnut değilim. Bitmek bilmeyen ödevler, laboratuvar ön hazırlıkları, sonrasında yazılan raporlar.. Zamanında okul biter mi düşüncesi, gelecek kaygısı, nerede yaşarım nerede olurum ,nasıl olur benzeri önünü alamadığım birçok soru..
Çok şükür yediğim önümde yemediğim arkamda, sağlığım gayet iyi.
Fakat,
Şimdi ben olmam gereken yerde miyim,yoksa hiçbir yerde miyim, yahut olmaktan korktuğum yerde miyim?
Hayat enerjinizi biran kaybetmeden, sağlıkla ve huzurla…
Çok fazla düşünmek adına paradoksal biçimde çözümsüz bir rapor yazabilirim ben. Ve tabi hayatımı içerir başlı başına. O ki daha önce kaç kez hayal kırıklığı yaşadığımı, olduğumu bilmiyorum bile ve dahası kırılan hayaller adlı bir hayali anonim romanın baş karakteri olduğumu da ayrıca belirtmek isterim. Hayatın bizim penceremize sunduğu deniz gören manzarası olmadı anlayacağınız.. Ve kim bilir kim, nerede, nasıl, niye, ne zaman soruları arasında kaybolan bir sanal gerçeklik algısıydı yaşadığımız çocukluk.. Hayaller – hayatlar farkındalığı içinde kaybolmuş gençlikler adına, kendim ve ülkem adına, Jet gillerin köpeği ve yoksul aşkları arabeskin bilimkurgusal gücüyle kurtaran rahmetli Müslüm Gürses adına, bir patates tarlasında, hiç olmaması gereken yerde olduğunun farkında bile olmayan ve vurulmak üzere olan huysuz domuz kardeşimiz adına (ki ölmek için güzel bir gün bile değildir onun için), ununu eleyip eleğini asmayı başarabilen insanların haklı mağrur gururu adına, ve sadece bilmek zorunda kalanların bildiği bir yol üstü lokantasında olan, mütevazi ve bir o kadar muhteşem lezzet, kuru fasulye pilav çifti adına, son olarak da kuyruğundaki ateş sönmek üzere iken sahibi Ash in şapkası ve eliyle siper edip onu ve ateşini kurtardığı için mutlu olan Charmender ın sadakati adına, bizi üzenlerden ve düşüncelerimizi şekillendiren ihanetlerin müsebbibi kimselerden, sevgiyi dibine kadar hak eden o başka bambaşka insanlardan özür dileyerek tabi, BATSIN BU DÜNYA! (dipnot: Orhan baba adına konuşmak haddimiz değil ki o dedi diye batmış bi çok dünya var iken biz kimiz onun adına dünya batsın isteyelim.. 😏) adına yüzlerce şiir yazabileceğiniz aşklarınız olmasın derim giderken, adına dikilmiş anıtlarınız olmasın, adına gençliğini vermiş insanlarınız da olmasın sadece adınızı duyduğunda yüzünde belli belirsiz gülümseme oluşan insanlar olsun hayatınızda.. bu bütün saçma salaklıkla deha arasındaki ince çizgide yaşayan düşünceleri tatmin etmeye yetecektir. Mutlu insanlar kurtarabilir dünyayı bir tek.. Ve dahi bizi.. Bilinsin isterim.. (konuyla bi alakası olmayabilir yazdıklarımın belki ama ben de bu kafayı ve hissi uyandırdı sadece.. genel geçer çocukluk ergenlik ve yetişkinlik serüveni, duygu durum farklılığı ile bende böyle dışa vuruyor diyelim.. 😉 ) oysa sadece tebrik edecektim yazın için. 🙂 bu da burda dursun artık 🙂
OssO.. Kendini dizginleyemediklerinden.. 🤓
Çok teşekkür ederim Soner, ne mutlu bana size bir şeyler aktarabildiysem:)